Aralık 2005 ve Ocak 2006'da birbirini tamamlayan iki makalemsi yazım yayınlandı, ana sayfada. Uzunca bir aradan sonra yeniden yazar olmak pek kolay olmadı açıkçası.. Burada da bir başlık açtım ki; forum sakini arkadaşlar da görüşlerini belirtsin, gerekirse kıyasıya tartışalım, ortaya çıkan yeni düşünceler, yeni yazılara rehberlik etsin.
[size=7]DEĞİŞİM (I)[/size]
Babür Akdağ
Charles Darwin, "En güçlü ya da en akıllı değil, değişime en iyi uyan ayakta kalır." demiş.
Değişim önemlidir! Karlı bir dağın tepesinden kartopunu bıraktığımızda hafif ve yavaştır. Aşağıya indikçe ağırlığı ve hızı artar. İnsanlık tarihine baktığımızda, uzun yüzyıllar hatta binyıllar boyu çok büyük değişimler yaşanmadan sürdüğünü görüyoruz. Fakat günümüze yaklaştıkça, değişimin baş döndürücü bir hıza eriştiğine ve çoğaldığına tanık oluyoruz.
Değişim; doğru yolunu, yordamını buldukça "gelişim" durumunu alır. Hiçbir şey tarafından engellenemez. Geri dönmesi ya da yavaşlaması da olası değildir. Onunla birlikte hayatta kalmanın tek yolu: Ona uyum sağlamaktır.
Bu nasıl olacaktır? "Uyum", bir bütünün parçaları arasında bulunan uygunluk, ahenk anlamına geliyor. Peki, "bütün"ün gittiği "yol" yanlışsa parçalar da "yanlış" yapıyor olmaz mı? Burada çok ince bir sınır var. O bütünü oluşturan parçalar ne kadar fazla işlenmişse, ne kadar çok eğitilmişse, yolun doğru olma olasılığı o kadar fazla olur.
***
Şunu diyebiliriz: Gelişim, engelliler için, sağlıklı insanlardan daha önemlidir! Çünkü; sağlıklı insan için "daha rahat" nasıl yaşayacağıdır, önemli olan. Ama engelli insan için durum daha farklıdır. Özellikle teknolojinin gelişimi onun "hayatın içinde" yer almasını sağlar. Bu tür yenilikleri, bir kez kullanmaya başladı mı, onun için "olmazsa olmaz" olur...
Bu sadece engellilere özgü, sadece onların kullandığı araçlarda değil, ortak kullanılan araçlarda da söz konusudur. Yakından tanıdığımız, bilgisayar + internet teknolojisinin, verimli kullanıldığında, engelli ve sağlıklı insanlar için önemini bir karşılaştırın bakalım!
Her türlü alış-verişi sanal mağazalardan on-line olarak yapmak mümkün. Güzel bir film mi var? Vizyona girdikten kısa bir süre sonra VCD ya da DVD versiyonu bu sanal mağazalarda yer alıyor. Siparişini verdikten bir-iki gün sonra kargoyla eve teslim! Evinden çıkmadan filmi izleyebiliyorsun. Bunu sağlıklı insan da yapabilir. Sinemaya gidip yerinde izlemek varken, bunu yapmak –evinde bilgisayarı yoksa- gereksizdir hatta lükstür. Ama engelli için: Çözümdür!
TEKNOLOJİK gelişimin tek başına bir anlamı yoktur. Onu kullanmayı sağlayacak EĞİTİM ve daha önemlisi bu ikisini yaygınlaştırmayı sağlayacak EKONOMİK kalkınma da şarttır. Bu üçünün eşit düzeyde olmaması durumunda yol alınamaz. Bu yazının da bundan sonrasına gelecek ay devam edelim, izninizle...
Aralık 2005
-----------------------
[size=7]DEĞİŞİM (II)[/size]
Geçen ay sözü "teknoloji, eğitim ve ekonomi"de bırakmıştık. Aslında, teknolojiyi de ekonomi altyapısı içerisinde incelemek daha doğru olur. Eğitim ise, kültür ile birlikte tüm TOPLUM'un daha iyiyi, daha doğruyu görebilmesi ve elde edebilmesine yardımcı olmak bakımıyla üstyapı kurumu olarak yerini alır.
Nedir altyapı ve üstyapı kurumları? Bunları bu derece önemli yapan şey nedir? Bir binaya benzeterek kısaca anlatmaya çalışalım: Altyapı; "toplumun ekonomik yapısı", yani binanın temelidir. "Hukuksal ve politik kurumların olduğu kadar eğitsel, kültürel vb. kurumlar" da üst yapıyı yani binanın duvar, kapı, pencere, kiremit vb.'sini meydana getiriler.
Eğer temel, yani altyapı sağlamsa sorun yok! Ama temel çürükse, duvarların boyanması, kiremitlerin aktarılması binanın sakat yapısını değiştirmeyecektir. En ufak bir depremde yıkılacaktır! O nedenle, altyapı ve altyapıya doğrudan bağlı kurumların sağlam olması çok önemlidir!
***
Bundan tam 25 yıl önce; ülkemizde bilgisayar teknolojisine yeni yeni giriş yapılıyordu. Okulumuzda henüz bilgisayar yoktu ama bilgiişlem dersi vardı. Teorik olarak öğretiliyordu. Okulumuzun hemen karşısındaki Karayolları Genel Müdürlüğünde "Bilgiişlem Salonu" vardı. Bugünkü masaüstü bilgisayarlarının rahatlıkla ve büyük bir hızla yapabildiği işlemleri yerine getirmek için tonlarca ağırlığında ve çok yavaş çalışabilen bir bilgisayar vardı. Yılda bir defa, öğretim üyemiz, bütün sınıfı toplar Genel Müdürlüğü ziyarete götürürdü; "çocuklar bilgisayar görsünler" diye. Müze gezer gibi!
Nereden nereye? Şimdi Karayolları Genel Müdürlüğünü evine getir! İnternetle. Bu öylesine hızlı bir gelişimdir ki, bu gün çok çok normal sayılabilen gelişmeleri o yıllarda "bundan 25 yıl sonra böyle böyle olacak" diye anlatmaya kalksaydık, bizi "deli" diye hastaneye yatırırlardı! Bundan 25 yıl sonra da, bugünkünden bile –her şeye rağmen– çok daha farklı bir dünyada yaşayacağımızdan kimsenin kuşkusu olmasın.
Ancak, elbette ki, o TEKNOLOJİye ulaşabilmesi için, ilkokul EĞİTİMi dahi veremediğin kişiyi istediğin kadar zenginleştir ya da herkesi üniversite mezunu yap, ama değil bilgisayar alabilecek, karnını doyurabilecek iş bulamasın.. Sonuçta EŞİTSİZ değişim; kimilerinin göz boyamacılığına âlet olmaktan başka hiçbir işe yaramayan, bir kuru gürültü olup çıkacaktır.
***
Toplumun "egemen üretim yordamı" ile doğrudan bağı olmayan diğer tabakalarının da, "kadın sosyal sınıfımız"ın da, engellilerinin de bütün sorunlarının mutlak çözümü; alt ve üst yapının sağlam inşa edildiği bir dünyadadır. Gerisi doldurulması pek kolay olmayan "laf"lar topluluğudur.
Ocak 2006
[size=7]DEĞİŞİM (III)[/size]
Mevlâna yaşamını; "hamdım, piştim, yandım" sözleriyle özetlemiştir. Bunun sıralaması herkeste aynı olmak zorundadır. 'Süre' ise farklı olabilir. Ancak bu, bireyler için böyledir. Bireylerin bir araya gelerek oluşturduğu toplumlar için durum biraz farklıdır.
Günümüzden 7000 yıl önce "üreten" insanlarla, "ürünleri pazarlayan" insanların oluşturduğu gruplar ilk kez birbirinden ayrıldı. "Durumları ve çıkarları" aynı olan insanlar bir araya geldiler. "Sınıflı" toplum böyle doğdu. "Ürünleri pazarlayan" sınıflar, "üreten" sınıfa egemen oldu. Bunları istediği gibi çalıştırdı.
Ancak; dünyadaki insan nüfusunun sürekli artıyor, yaşam kaynaklarının da azalıyor olması, ortaya yeni yeni problemler çıkartıyordu. Bu kaynakları ellerinde tutanlarla onlara ihtiyaç duyanlar "paylaşmak" yerine "ele geçirme"yi tercih edince de işin rengi değişiyor, kan gövdeyi götürüyordu. Sonuçta; o toprağın, suyun, yiyeceklerin vb. yeni sahibi belli oluyordu. Aradan bir süre geçtiğinde, bu "yeni sahipler" eskiyor ve yozlaşıyordu. Daha taze ve diri bir başka topluluk, eskimiş, yoz sahiplerin elinde bulundurduğu toprak, su vb. için savaşa giriyor ve kazanıyordu. Ve bu sürüp gidiyordu.
14 ve 15. yy.'a kadar böyle devam etti. Bu tarihten sonra, egemen sınıflar artık yabancılar tarafından değil de kendi ülkelerinin örgütlenebilen sınıfları tarafından alaşağı ediliyorlardı. Ne hikmetse, onlar da bir süre sonra yozlaşmaya başladılar. Teknolojinin gelişimiyle artık tamamen değişen üretici sınıfı, ekonomik olarak sömürmeye başladılar. Bu sayede alabildiğine güçlenen egemen sınıflar, bütün dünya üzerinde güçlerini hissettiriyorlardı.
Böylece geldik 20. yüzyıla… Bu yüzyıl; insanlar, sınıflar, toplumlar ve uluslar arası eşitsizliklerin, çelişkilerin hatta uçurumların alabildiğine arttığı, bütün dengelerin bozulduğu anlara sahne oldu. Emperyalist egemen güçler, kendi aralarında anlaşamayıp dünyayı paylaşamayınca, yüzyılın ilk yarısında, o güne kadar görülmeyen sıcak savaşlar yaşandı. Birincisinin sonunda; dünyanın 1/6'sında, ikincisinin sonunda; dünyanın 1/3'ünde egemenliklerini yitirdiler. Yüzyılın ikinci yarısında da, sıcak savaşlarla kaybettikleri egemenliklerini soğuk savaşla tekrar ele geçirmeye uğraştılar ve başardılar. Ya da öyle sandılar! Çünkü; hep "DEĞİŞİM" kazandı! Ve hiçbir şey eskisi gibi olmadı!
Kurmayı düşledikleri "Yeni Dünya Düzeni" öylesine kısa zamanda şapa oturdu ki; çark etmek zorunda kaldılar, onu da başaramadılar, yüzlerine gözlerine bulaştırdılar! Bu günlerde de bu durumun sıkıntısı yaşanmaktadır..
***
Bu süreçte değişmeyen tek şey vardı: DEĞİŞİM! Onun da adı üstünde zaten! Peki engelliler neresinde bu yazının? Onu da gelecek aya, "DEĞİŞİM 4"e bırakalım, izninizle..
Şubat 2006
[size=7]DEĞİŞİM (IV)[/size]
Dört aydır DEĞİŞİM başlığının altında bir şeylere değinmeye çalışıyoruz. Ancak, bu öyle bir konudur ki; üzerine kütüphaneler dolusu kitap yazılsa bile –yazılmıştır da- sadece belli yüzeyleri aydınlatılabilir. O nedenle, bir "makale" boyutunu aşamadığımız için, böyle "dörtleme" yapmak zorunda kaldık..
İnsanlığın son 7000 yıllık tarihinde engelliliğin yeri:
Kimi zaman masal kahramanı olarak sevimlileştirilmişler: "Pamuk Prenses ve 7 Cüceler"i okurken, kimse cücelerin birer engelli olduğunu düşünmez bile.. "Notre Dame'ın Kamburu"nda iyi yürekli ama korkunç görünümlü bir engelli vardır. Dede Korkut Masallarının "Tepegöz"ü saldırgan bir engellidir.
Yunan mitolojisindeki yarı-hayvan yarı-insan olarak tasvir edilen, satyr denilen, aynı şekilde Mısır mitolojisindeki sfenks denilen yaratıkları da aslında birer engelli sayabiliriz. Bunlar dışında, kimi babadan oğula süre giden hanedanların üyelerinin de, herkeslerden gizlense bile, engelli olabildiğini görüyoruz. Ama bu istisnaların dışında engelli, ya "yok" sayılmıştır ya da engelin değil de engellinin "yok edilmesi" gerektiğine inanılmıştır!
Ta ki; 20. yy.'da ikinci emperyalist paylaşım savaşının sonunda; "engellilik bilinci"nin toplumlar içerisinde yeşermeye başlamasına kadar böyle sürdü.. Teknolojik gelişimin hızlanması, bilgi ve iletişim olanaklarının çoğalması ve yayılması, en çok engellilerin yararına oldu.. Uluslararası ve ulusal boyutta kâğıt üzerinde pek çok adım atıldı. Uygulamada ise, hâlâ çok çok eksiği var! Aşılması gereken çok uzun ve engebeli bir yol var..
Bundan sonrası:
Tüm engelliler; insanca yaşamak için, seslerini duyurmak zorundadırlar. Bunun tek tek olmasının, sesin cılız çıkmasına ve duyulmamasına neden olacağı açıktır.
Her şeyden önce kendilerini eğitmelidirler. Okul içi ve dışı eğitimle kendi haklarını ve bunları elde edebilmek için yapmaları gerekenleri tam ve doğru biçimde öğrenmelidirler. Teknolojiyi boş ve anlamsız şeyler yerine daha işe yarar, daha sonuç alıcı, anlamlı şeyler için kullanabilmelidirler. Bilgi de, ancak paylaşılarak çoğalır.
Ve örgütlenmelidirler. Birlikte hareket edebilmek, çok kişinin saygıyla karşılayacağı bir "güç" oluşturur. Daha yaşanabilir bir hayatın sağlanması ancak güçlerin birleştirilmesiyle mümkündür. Dürüst, onurlu ve mertçe bir duruş sergileyebilmek için, bu özellikleri barındıran örgütlerde bir araya gelmelidirler. Yoksa oluşturmalıdırlar. Bu sadece bir gereklilik değil, Birleşmiş Milletler'in sakatlar için tüm üye ülkelere önerdiği bir kuraldır: "Kural 18: Sakatların Örgütlenmesi Devletler; sakatlara, kendilerini ulusal, bölgesel ve yerel düzeyde temsil edecek olan örgütleri kurma hakkını vermelidirler."
Bütün bunlardan sonra ancak; ilk başta sözünü ettiğimiz değişim, doğru yolunu, yordamını bulur ve GELİŞİM haline gelir..
Mart 2006
[size=7]DEĞİŞİM (I)[/size]
Babür Akdağ
Charles Darwin, "En güçlü ya da en akıllı değil, değişime en iyi uyan ayakta kalır." demiş.
Değişim önemlidir! Karlı bir dağın tepesinden kartopunu bıraktığımızda hafif ve yavaştır. Aşağıya indikçe ağırlığı ve hızı artar. İnsanlık tarihine baktığımızda, uzun yüzyıllar hatta binyıllar boyu çok büyük değişimler yaşanmadan sürdüğünü görüyoruz. Fakat günümüze yaklaştıkça, değişimin baş döndürücü bir hıza eriştiğine ve çoğaldığına tanık oluyoruz.
Değişim; doğru yolunu, yordamını buldukça "gelişim" durumunu alır. Hiçbir şey tarafından engellenemez. Geri dönmesi ya da yavaşlaması da olası değildir. Onunla birlikte hayatta kalmanın tek yolu: Ona uyum sağlamaktır.
Bu nasıl olacaktır? "Uyum", bir bütünün parçaları arasında bulunan uygunluk, ahenk anlamına geliyor. Peki, "bütün"ün gittiği "yol" yanlışsa parçalar da "yanlış" yapıyor olmaz mı? Burada çok ince bir sınır var. O bütünü oluşturan parçalar ne kadar fazla işlenmişse, ne kadar çok eğitilmişse, yolun doğru olma olasılığı o kadar fazla olur.
***
Şunu diyebiliriz: Gelişim, engelliler için, sağlıklı insanlardan daha önemlidir! Çünkü; sağlıklı insan için "daha rahat" nasıl yaşayacağıdır, önemli olan. Ama engelli insan için durum daha farklıdır. Özellikle teknolojinin gelişimi onun "hayatın içinde" yer almasını sağlar. Bu tür yenilikleri, bir kez kullanmaya başladı mı, onun için "olmazsa olmaz" olur...
Bu sadece engellilere özgü, sadece onların kullandığı araçlarda değil, ortak kullanılan araçlarda da söz konusudur. Yakından tanıdığımız, bilgisayar + internet teknolojisinin, verimli kullanıldığında, engelli ve sağlıklı insanlar için önemini bir karşılaştırın bakalım!
Her türlü alış-verişi sanal mağazalardan on-line olarak yapmak mümkün. Güzel bir film mi var? Vizyona girdikten kısa bir süre sonra VCD ya da DVD versiyonu bu sanal mağazalarda yer alıyor. Siparişini verdikten bir-iki gün sonra kargoyla eve teslim! Evinden çıkmadan filmi izleyebiliyorsun. Bunu sağlıklı insan da yapabilir. Sinemaya gidip yerinde izlemek varken, bunu yapmak –evinde bilgisayarı yoksa- gereksizdir hatta lükstür. Ama engelli için: Çözümdür!
TEKNOLOJİK gelişimin tek başına bir anlamı yoktur. Onu kullanmayı sağlayacak EĞİTİM ve daha önemlisi bu ikisini yaygınlaştırmayı sağlayacak EKONOMİK kalkınma da şarttır. Bu üçünün eşit düzeyde olmaması durumunda yol alınamaz. Bu yazının da bundan sonrasına gelecek ay devam edelim, izninizle...
Aralık 2005
-----------------------
[size=7]DEĞİŞİM (II)[/size]
Geçen ay sözü "teknoloji, eğitim ve ekonomi"de bırakmıştık. Aslında, teknolojiyi de ekonomi altyapısı içerisinde incelemek daha doğru olur. Eğitim ise, kültür ile birlikte tüm TOPLUM'un daha iyiyi, daha doğruyu görebilmesi ve elde edebilmesine yardımcı olmak bakımıyla üstyapı kurumu olarak yerini alır.
Nedir altyapı ve üstyapı kurumları? Bunları bu derece önemli yapan şey nedir? Bir binaya benzeterek kısaca anlatmaya çalışalım: Altyapı; "toplumun ekonomik yapısı", yani binanın temelidir. "Hukuksal ve politik kurumların olduğu kadar eğitsel, kültürel vb. kurumlar" da üst yapıyı yani binanın duvar, kapı, pencere, kiremit vb.'sini meydana getiriler.
Eğer temel, yani altyapı sağlamsa sorun yok! Ama temel çürükse, duvarların boyanması, kiremitlerin aktarılması binanın sakat yapısını değiştirmeyecektir. En ufak bir depremde yıkılacaktır! O nedenle, altyapı ve altyapıya doğrudan bağlı kurumların sağlam olması çok önemlidir!
***
Bundan tam 25 yıl önce; ülkemizde bilgisayar teknolojisine yeni yeni giriş yapılıyordu. Okulumuzda henüz bilgisayar yoktu ama bilgiişlem dersi vardı. Teorik olarak öğretiliyordu. Okulumuzun hemen karşısındaki Karayolları Genel Müdürlüğünde "Bilgiişlem Salonu" vardı. Bugünkü masaüstü bilgisayarlarının rahatlıkla ve büyük bir hızla yapabildiği işlemleri yerine getirmek için tonlarca ağırlığında ve çok yavaş çalışabilen bir bilgisayar vardı. Yılda bir defa, öğretim üyemiz, bütün sınıfı toplar Genel Müdürlüğü ziyarete götürürdü; "çocuklar bilgisayar görsünler" diye. Müze gezer gibi!
Nereden nereye? Şimdi Karayolları Genel Müdürlüğünü evine getir! İnternetle. Bu öylesine hızlı bir gelişimdir ki, bu gün çok çok normal sayılabilen gelişmeleri o yıllarda "bundan 25 yıl sonra böyle böyle olacak" diye anlatmaya kalksaydık, bizi "deli" diye hastaneye yatırırlardı! Bundan 25 yıl sonra da, bugünkünden bile –her şeye rağmen– çok daha farklı bir dünyada yaşayacağımızdan kimsenin kuşkusu olmasın.
Ancak, elbette ki, o TEKNOLOJİye ulaşabilmesi için, ilkokul EĞİTİMi dahi veremediğin kişiyi istediğin kadar zenginleştir ya da herkesi üniversite mezunu yap, ama değil bilgisayar alabilecek, karnını doyurabilecek iş bulamasın.. Sonuçta EŞİTSİZ değişim; kimilerinin göz boyamacılığına âlet olmaktan başka hiçbir işe yaramayan, bir kuru gürültü olup çıkacaktır.
***
Toplumun "egemen üretim yordamı" ile doğrudan bağı olmayan diğer tabakalarının da, "kadın sosyal sınıfımız"ın da, engellilerinin de bütün sorunlarının mutlak çözümü; alt ve üst yapının sağlam inşa edildiği bir dünyadadır. Gerisi doldurulması pek kolay olmayan "laf"lar topluluğudur.
Ocak 2006
[size=7]DEĞİŞİM (III)[/size]
Mevlâna yaşamını; "hamdım, piştim, yandım" sözleriyle özetlemiştir. Bunun sıralaması herkeste aynı olmak zorundadır. 'Süre' ise farklı olabilir. Ancak bu, bireyler için böyledir. Bireylerin bir araya gelerek oluşturduğu toplumlar için durum biraz farklıdır.
Günümüzden 7000 yıl önce "üreten" insanlarla, "ürünleri pazarlayan" insanların oluşturduğu gruplar ilk kez birbirinden ayrıldı. "Durumları ve çıkarları" aynı olan insanlar bir araya geldiler. "Sınıflı" toplum böyle doğdu. "Ürünleri pazarlayan" sınıflar, "üreten" sınıfa egemen oldu. Bunları istediği gibi çalıştırdı.
Ancak; dünyadaki insan nüfusunun sürekli artıyor, yaşam kaynaklarının da azalıyor olması, ortaya yeni yeni problemler çıkartıyordu. Bu kaynakları ellerinde tutanlarla onlara ihtiyaç duyanlar "paylaşmak" yerine "ele geçirme"yi tercih edince de işin rengi değişiyor, kan gövdeyi götürüyordu. Sonuçta; o toprağın, suyun, yiyeceklerin vb. yeni sahibi belli oluyordu. Aradan bir süre geçtiğinde, bu "yeni sahipler" eskiyor ve yozlaşıyordu. Daha taze ve diri bir başka topluluk, eskimiş, yoz sahiplerin elinde bulundurduğu toprak, su vb. için savaşa giriyor ve kazanıyordu. Ve bu sürüp gidiyordu.
14 ve 15. yy.'a kadar böyle devam etti. Bu tarihten sonra, egemen sınıflar artık yabancılar tarafından değil de kendi ülkelerinin örgütlenebilen sınıfları tarafından alaşağı ediliyorlardı. Ne hikmetse, onlar da bir süre sonra yozlaşmaya başladılar. Teknolojinin gelişimiyle artık tamamen değişen üretici sınıfı, ekonomik olarak sömürmeye başladılar. Bu sayede alabildiğine güçlenen egemen sınıflar, bütün dünya üzerinde güçlerini hissettiriyorlardı.
Böylece geldik 20. yüzyıla… Bu yüzyıl; insanlar, sınıflar, toplumlar ve uluslar arası eşitsizliklerin, çelişkilerin hatta uçurumların alabildiğine arttığı, bütün dengelerin bozulduğu anlara sahne oldu. Emperyalist egemen güçler, kendi aralarında anlaşamayıp dünyayı paylaşamayınca, yüzyılın ilk yarısında, o güne kadar görülmeyen sıcak savaşlar yaşandı. Birincisinin sonunda; dünyanın 1/6'sında, ikincisinin sonunda; dünyanın 1/3'ünde egemenliklerini yitirdiler. Yüzyılın ikinci yarısında da, sıcak savaşlarla kaybettikleri egemenliklerini soğuk savaşla tekrar ele geçirmeye uğraştılar ve başardılar. Ya da öyle sandılar! Çünkü; hep "DEĞİŞİM" kazandı! Ve hiçbir şey eskisi gibi olmadı!
Kurmayı düşledikleri "Yeni Dünya Düzeni" öylesine kısa zamanda şapa oturdu ki; çark etmek zorunda kaldılar, onu da başaramadılar, yüzlerine gözlerine bulaştırdılar! Bu günlerde de bu durumun sıkıntısı yaşanmaktadır..
***
Bu süreçte değişmeyen tek şey vardı: DEĞİŞİM! Onun da adı üstünde zaten! Peki engelliler neresinde bu yazının? Onu da gelecek aya, "DEĞİŞİM 4"e bırakalım, izninizle..
Şubat 2006
[size=7]DEĞİŞİM (IV)[/size]
Dört aydır DEĞİŞİM başlığının altında bir şeylere değinmeye çalışıyoruz. Ancak, bu öyle bir konudur ki; üzerine kütüphaneler dolusu kitap yazılsa bile –yazılmıştır da- sadece belli yüzeyleri aydınlatılabilir. O nedenle, bir "makale" boyutunu aşamadığımız için, böyle "dörtleme" yapmak zorunda kaldık..
İnsanlığın son 7000 yıllık tarihinde engelliliğin yeri:
Kimi zaman masal kahramanı olarak sevimlileştirilmişler: "Pamuk Prenses ve 7 Cüceler"i okurken, kimse cücelerin birer engelli olduğunu düşünmez bile.. "Notre Dame'ın Kamburu"nda iyi yürekli ama korkunç görünümlü bir engelli vardır. Dede Korkut Masallarının "Tepegöz"ü saldırgan bir engellidir.
Yunan mitolojisindeki yarı-hayvan yarı-insan olarak tasvir edilen, satyr denilen, aynı şekilde Mısır mitolojisindeki sfenks denilen yaratıkları da aslında birer engelli sayabiliriz. Bunlar dışında, kimi babadan oğula süre giden hanedanların üyelerinin de, herkeslerden gizlense bile, engelli olabildiğini görüyoruz. Ama bu istisnaların dışında engelli, ya "yok" sayılmıştır ya da engelin değil de engellinin "yok edilmesi" gerektiğine inanılmıştır!
Ta ki; 20. yy.'da ikinci emperyalist paylaşım savaşının sonunda; "engellilik bilinci"nin toplumlar içerisinde yeşermeye başlamasına kadar böyle sürdü.. Teknolojik gelişimin hızlanması, bilgi ve iletişim olanaklarının çoğalması ve yayılması, en çok engellilerin yararına oldu.. Uluslararası ve ulusal boyutta kâğıt üzerinde pek çok adım atıldı. Uygulamada ise, hâlâ çok çok eksiği var! Aşılması gereken çok uzun ve engebeli bir yol var..
Bundan sonrası:
Tüm engelliler; insanca yaşamak için, seslerini duyurmak zorundadırlar. Bunun tek tek olmasının, sesin cılız çıkmasına ve duyulmamasına neden olacağı açıktır.
Her şeyden önce kendilerini eğitmelidirler. Okul içi ve dışı eğitimle kendi haklarını ve bunları elde edebilmek için yapmaları gerekenleri tam ve doğru biçimde öğrenmelidirler. Teknolojiyi boş ve anlamsız şeyler yerine daha işe yarar, daha sonuç alıcı, anlamlı şeyler için kullanabilmelidirler. Bilgi de, ancak paylaşılarak çoğalır.
Ve örgütlenmelidirler. Birlikte hareket edebilmek, çok kişinin saygıyla karşılayacağı bir "güç" oluşturur. Daha yaşanabilir bir hayatın sağlanması ancak güçlerin birleştirilmesiyle mümkündür. Dürüst, onurlu ve mertçe bir duruş sergileyebilmek için, bu özellikleri barındıran örgütlerde bir araya gelmelidirler. Yoksa oluşturmalıdırlar. Bu sadece bir gereklilik değil, Birleşmiş Milletler'in sakatlar için tüm üye ülkelere önerdiği bir kuraldır: "Kural 18: Sakatların Örgütlenmesi Devletler; sakatlara, kendilerini ulusal, bölgesel ve yerel düzeyde temsil edecek olan örgütleri kurma hakkını vermelidirler."
Bütün bunlardan sonra ancak; ilk başta sözünü ettiğimiz değişim, doğru yolunu, yordamını bulur ve GELİŞİM haline gelir..
Mart 2006