Ah sevgili Rekursion;
Herşeyden önce tüm kalbinle bilmeni istediğim bir şey var;
Eğer direk olarak birini hedef alacak bir şey yazacaksam inan onun ismini yazarak harekete geçerim.Bu sebeple canım,Kin kusmak deyimini kullanma sebebimi kendi üstüne alarak ne üzül, nede gücen.
İnan bu beni senden daha çok üzer. Ben o cümleyi genel anlamda ne adına olursa olsun ayrımcılığı çağrıştıran cümlelerin sonucunda yaşanılan genel doğrulara göre yazdım.
Kabul et, yada etme ama ayrımcılık bir süre sonra son derece insani bir duygu olan Kin olgusunu beraberinde getirecektir.
Bu konuda anlaştık değil mi????
Bu ileti Rekursion a cevap niteliğinde olacağı için sorduğu sorularada cevap vermek niyetinde olduğumdan uzun olacaktır. Uzun iletilerin insanları sıktığını bildiğimden sakatlık edebiyatı kavramını da açıkca yazmadım. Ama sorduğuna göre özel iletiye gerek yok, belki başkalarının da ilgisini çeker diye buraya yazıyorum.
Ama uyarmadan da geçmiyorum. Uzun olacağı için istemeyen okumasın arkadaşlar..
Önce bölüm bölüm yazdıklarına kendi bakış açımla cevap vereyim;
Üniversiteden tanıdığın iki arkadaşının konuşmalarına ben hiç şaşırmadım. Doğal bulduğum bile söylenebilir. Burada ben her zaman sizlerin yazmaya çalıştığı anlamsızlıkların farkında olmayan bir insan değilim. Bunun gibi binlerce örnek gösterebilirsiniz. Bu konuda sizden farklı düşünmüyorum. Eğer bir insanın bakış açısı belli bir açıdansa ve onun algılamasında red etmek gibi bir olgu yoksa, her zaman kulağına fısıldananlarla yetinecektir.
Bu iki arkadaşın çok daha farklı bir konuda da aynı şeyi savunur. Nasıl mı?
Diyelim ki, son derece fakir bir genç kız, son derece yakışıklı ve zengin bir adamla karşılaşır ve adam kıza aşık olur.Evlendirelim bunları....Ama gel gör ki fakir kız sonradan bu çok zengin ve yakışıklı adamı çok daha farklı birisi için terk etsin....
İnan bana canım, aynı konuşmayı yaparlar;
Nasıl olur, kadın bu adamı nasıl bırakabilir ayollllllll?????
Senin hikayendeki ana olgu tekerlekli sandalye ve sakat kadındır, benim hikayemde de fakir kızdır. Onlara göre olabilecekler ve olamayacaklar sınırlıdır. Kendi sınırlarında olamayacak bir şey olduysa bunun sakat olması, zengin olması, fakir olması falan hikayedir.
Diyorum ki biz insanlar, nedenleri sorgulamadan kendi doğrularımıza göre hareket etmede ve düşünmede son derece başarılıyızdır.
Bir konuda beni anladığına mutluyum: Birlikte mücadele etmeden bir şey olamaz. Taşıdığımız kimliklerin yanında fiziksel özelliklerimizle biz insanca davranabilme özelliğimizle el ele vermeyi başaramazsak sonuç hüsran olacaktır. Bu yazı başladığından beri saçmalamanın ötesinde benim anlatmaya çalıştığım şey bu.
İster sakat, ister sağlam, aynı sorunları yaşıyoruz. İsimlendirelim bu sorunu.
Ben diyorum ki;
İnsanca yaşamak isteği....
İnsanca yaşamak en doğal ve kaçınılmaz olgularımızdan biridir ve bunun için sakatız yada sağlamız diye yola çıkmanın bir anlamı yok.
İnsanca yaşamamızı engelleyen ne varsa ortaya elbette dökülebilmeli ve harekete geçilmelidir. Ama burada bile sanki hemen hemen her şey sadece sakatlara özgü bir olguymuş gibi ele alınırsa bu gerçekten ayrımcılığın en güzel örneğidir. Farkında değilsiniz ve içinizde engellendiğinizden dolayı birikmiş bir öfke var. Bu çok doğal ve olması gereken bir şeyde üstelik. Ama bunun mücadele yolu, sakatlıkların arkasına sığınmak olmamalıdır.
Sevgili Rekursion,
Pegasus un bu iletiyi saptırmasına izin vermeden; çünkü tam onun alanına gireceğim biraz sonra,işin siyasi şeklini koruyarak ama herkesin anlayabileceği bir şekilde masalsı bir yöntemle ülkemin geçmişini sana anlatacağım. Kuşkusuz biliyorsundur ama birde benden dinle;
Benim ülkem dünyada eşi benzeri olmayan bir Kurtuluş Savaşı verdikten sonra halkıyla birlikte ayakta durabilmek için büyük bir yeni savaşın içine girdi.
Güzel bir ülkeydi benim ülkem. Öylesine bereketli topğrakları, öylesine zengin doğal kaynakları, öylesine güzel zenginlikleri vardı ki.... Ancak bu onun ayakta kalabilmesi için yeterli değildi.
Atatürk gibi bir önderinin "gerçek bağımsızlık ekonomik bağımsızlıktır" özdeyişini kendine rehber edinmek istiyordu ki, kaybettiler ulu önderlerini. Ve arkasından gelen yöneticiler bu cümleyi unutup, ülkenin zenginliklerini kullanması için, gelişmek adına bir de..., yabancılara "gel kardeşim ben bir şey yapamam, sen bana yardımcı ol " dediler..
Onlarda " neden olmasın " dediler...
Uzunca bir süre ve hiç bitmeyecek bir ihtirasla sömürdüler bu ülkeyi. Öylesine bağımlı hale getirdiler ki artık onlar olmadan nefes alacak halimiz bile kalmamıştı. Öte yandan halk gittikçe fakirleşiyordu. Yoksulluk diz boyuydu..
Ülkenin gençleri bunları görüyor ve bir şeyler yapılması için ülkemiz sınırlarına kadar gelen 6. filoyu protesto etmek için, sağ ve sol demeden el birliğiyle , ellerinde Türk Bayrakları, dillerinde Dağ Başını Duman Almış marşıyla kovmaya çalıştılar.
Tek bilektiler hepsi: Ve hepsi Atatrük ün çizdiği yolda ilerlemek isteyen pırıl pırıl gençlerdi. Sadece bu yoksul halkın daha da fakirleşmesine izin vermemek için " Go Home Yankii " dediler...
Bu güçten korktular. Ve o gençlerin ellerindeki Türk Bayraklarının yerine onlara orak çekiçli bayraklar verdiler. Dillerindeki marşların melodilerini ve sözlerini değiştirdiler. Tek bilek olmuş o gençler öylesine düşman oldu ki birbirlerine, ekonomik durum gittikçe kötüye gitmeye ve batmaya başlamıştı ülke artık.
Aynı yoldan harekete başlayan gençlik çok kısa süre de sağ ve sol olmak üzere düşman kardeşlere çoktan bürünmüştü. İşin komik tarafı her iki tarafta bu ülkenin iyiliğini istiyordu.
Sol taraf, acı çeken yoksul halkı savunduğunu anlatıyordu. Sağ taraf ülkenin büyüklüğünü ve dinin elden gideceğini....
Yetmedi yabancılara bu düşmanlık. Her iki tarafı da ama özellikle sol tarafı öylesine parçalara ayırdılar ki;
Her tarafta işçilerin yaşadıkları, köylülerin çektiği sıkıntılar, yoksulların durumları anlatılıp duruyor ve onlar adına sloganlar atılıyordu. Ne yapılması gerektiği konuşulmadan sadece ve sadece fakirlik üzerine edebiyat yapılıyordu.Bu ülkenin sosyolojik gelişimi hiç dikkate alınmadan, nesnel koşulları hiç önemsenmeden sadece yoksulluk üzerine nutuklar atılıyordu.
Halk şaşkındı. Söylenenler yanlış değildi. Yoksuldular. Ve bu edebiyatla yoksulluklarının kanıksanması çok ta kolay oldu. Bunu kabul etmek, bu konuda mücadelenin veriliş biçimin yanlışlığının farkında bile olmadan bir taraf oldular ve ister istemez bunun dışındakiler düşman ilan edildi.
Bu hikayenin sonucunda iki tane darbe, 50 tane idam, 171 tane işkence sonucu ölüm, 620 bin gözaltı ve binlerce soru işareti, acı kaldı bizlere yadigar.
Şimdi bizimle ilgisi var mı bunların?
Olmaz mı?????
Sakatlarımızın bir kısmı bu tarihi süre içersinde sakat kalmış insanlardır. Bazı sakatlarımız ise pkk yla verilen savaşlarda sakat kalmış insanlardır.
Sakatlığın bir çok sebebi var, yeterki düşünme yapımız sakat olmasın. En büyük sakatlık sadece düşünme yapımızdaki yanlış saptamalardır.
Şimdi burda sağlamların dünyasında sakatlık konuşuluyor. Bu arada hepimizin insan olduğu olgusu bir kenara bırakılıyor. Acılarınız ortaya dökülürken bunların asıl nedenlerinin konuşulması yerine, daha önceden belirttiği gibi ekonomisi bu denli bozuk bir ülkenin, eğitimi bu kadar düşük bir ülkenin insanlarının yarattığı yanlış davranış biçimleriyle yola çıkarak sonuçlar bulmaya çalışıyorsunuz.
İşte yanlış bu. Yoksa sakatlara herkes çok iyi davranıyor, sakatlar harika bir durumda, diyen yok , olmaz da.
Ama sevgili Rekursion, bu ülkenin doğal bir yapılanmasının sonucu olarak bu düşünce yapısına sahip insanların bazı yanlışlarından kaynaklan sonuçlarla işi arabeskleştiriyorsunuz. Sakat edebiyatı başladı derken bunu anlatmaya çalışıyorum.
Gerekirse devam ederim... Yoruldum da