Dr. Ezgi Tuncer Gürkaş
Kadir Has üniversitesi Mimarlık Bölümü
Mimarlık Dergisi
Sayı: 395 (Mayıs-Haziran 2017)
Kullanıcısını belli standartlara uygun olarak "genç, sağlıklı, fit ve nispeten uzun boylu" soyut bir "yok insan" üzerinden ele alan projeler hayata geçirildiğinde, yapının kullanımında sorunlar ortaya çıkıyor. Bir varoluş biçimi olarak sakatlığın mimarlık alanında ele alınışını eleştiren metin, sakatların da göz önünde bulundurulması gereğinin bir tür hassasiyet olmadığını ve bunun bir hak sorunu olduğunun kabul edilmesi gerektiğini vurguluyor.
"Doğum Günü Dört Temmuz" filminde, başrol karakteri Ron Kovic'in, vatansever bir Amerikan askeri olarak Vietnam Savaşı'na gidişini ve 'gazi' olarak savaştan eve dönüşünü izleriz. Sonrasında Ron bir sakat olarak, 1960'lı yılların sonunda Amerika'da yaşanan hareketli ortama, politik bir aktör olarak dahil olacaktır. Bu dönemde, toplumsal cinsiyet, ırk, etnisite gibi mevzularda yaşanan toplumsal dönüşümler ve Vietnam savaşına karşı yürütülen sivil barış hareketi, özellikle Amerika'da, savaş sonrasında sayıları artan sakatların politik kimliklerini ve haklarını savundukları "sakat hareketi"nin de doğuşuna ön ayak olur.(1) Bu hareketin ivmesiyle, 1970'li ve özellikle 1980'li yıllarda farklı disiplinleri biraraya getiren bir alan olarak "sakatlık çalışmaları" ortaya çıkar ve bizatihi sakat akademisyenlerin mücadeleleriyle şekillenir. Sosyal bilimlerde, "toplumsal-politik bir durum / kimlik" olarak çalışılmaya ve eleştirel bir yaklaşımla ele alınmaya başlanmasından önce sakatlık, tıp bilimlerinin uzmanlık alanına tabiydi. "Tıbbi modele" göre sakatlık hali, sonlandırılması ya da düzeltilmesi gereken patolojik bir durum, bir trajedi olarak ele alınıyor; eksiklik ya da hastalık olarak görülüyordu. Ancak sosyal bilimlerin sakatlığı ele alışı önemli bir eleştirel fark yaratarak, sakat bedenin yeti yitiminin sorunsallaştırılması yerine, engelleri ve sakatlayıcı ideolojileri gündelik hayata yerleştiren toplumsal pratiklerin, kurumların, normların ve mekânların sorgulanması gereğini "sosyal model" olarak adlandırılacak bir yaklaşımla ortaya koydu.(2)
Özellikle 2000'li yıllarda, İngiltere ve Amerika'da sosyal bilimlerin önemli akademik çalışma alanlarından biri haline gelmiş olan sakatlık çalışmaları, Türkiye'de daha çok tıp bilimlerinin, mimarlık ve şehircilik bilgi alanlarının iktidarı altında şekillenmiş ve daha çok "tıbbi modelle" ilişkilendirilmiş bir mesele olagelmekteydi. Ancak son yıllarda sosyal bilimlerde Dikmen Bezmez ve Sibel Yardımcı'nın(3) öncü olduğu araştırmalarla, sakatlık meselesi "sosyal model" üzerinden ele alınmaya ve eleştirel bir literatürü oluşturmaya başladı. Ne var ki, kendilerinin de dile getirdiği üzere, Anglosakson dünyada sakat mücadeleleriyle şekillenen literatürün dönüştürdüğü terimlerin Türkçe literatürdeki karşılıkları, Türkiye'de sakatlık meselesinin tarihsel-toplumsal sürecindeki farklılıklar nedeniyle örtüşmemektedir. İngiltere ve Amerika'da, tıbbi modelin dikte ettiği, sakatlığın varoluşsal bir problem / eksiklik olduğunu vurgulayan handicapped (özürlü) nitelemesinin yerini, sakatlığın fiziksel yanını öne çıkartan impaired (yeti yitimi olan) ve sosyal modelin dönüştürdüğü algı ile toplumsal engellere vurgu yapan disabled (sakat) terimleri alırken, Türkiye'de "özürlü, engelli ve sakat" terimleri farklı vurgularla kullanılmaktadır. Bezmez, Yardımcı ve Şentürk(4) ise, Türkçe literatürde "sakat" terimini kullanmayı, sakatlığın bir durum / hal olarak yeniden benimsenmesini sağlamak, gündelik kullanımlarda yarattığı değersizleştirme hissine rağmen "görece politize bir grup tarafından ters yüz edilmiş ve kendileri de sakat olan bu kişiler tarafından yeniden benimsenmiş" olmasından dolayı tercih etmektedir.
Gerek kullandığı dil gerekse benimsediği yaklaşım açısından, sosyal bilimlerle ilişkisi birçok anlamda zayıf kalan mimarlık alanı bu literatürden henüz etkilemiş değil. Bu nedenle makale, sakatlık durumunun mimarlık alanında ele alınışını eleştirmekte ve sosyal bilimler alanından bakışla, sakatlığın tarihsel, toplumsal ve mekânsal inşasını irdelemektedir. Öncelikle, mimarlığın "sakatlık" mevzusunu kendi iktidar alanı içinde "istisnai" bir duruma indirgediği dile getirilmektedir. Sonrasında, farklı dönemlerde farklı algılarla dönüşen ve toplumsal olarak inşa edilen "sakatlığın", sadece fiziksel mekânın "engelliler" için yeniden düzenlenmesiyle aşılamayacağı ortaya konmaktadır. Meselenin erişim sorunsalına indirgenmesiyle mimarlık ve ilişkili pratiklerin de bu sorunu yeniden üretmeye devam edeceğinin dile getirilmesinin ardından sonuç olarak, sakatların hak sahibi vatandaşlar olarak gerekli koşulları talep etmeye muktedir olduklarının anlaşılması ve "bağımsız yaşam algısının" oluşturulması için mimarlık üretimlerinin destekleyici bir rol üstlenmesi gereği savunuluyor.
MİMARLIĞIN "İSTİSNA HALİ" OLARAK SAKATLIK
Türkiye'de, güncel kent ve mimarlık yazınında sakatlık meselesiyle olan ilişki sıklıkla, "engelliler için tasarım", "engelsiz mimarlık", "erişilebilirlik", "evrensel tasarım", "herkes için tasarım" gibi kavramlar etrafında dile getiriliyor. Yapılan çalışmaların büyük bir kısmı teknik bir dile sahip; meseleyi ya mevzuatlar ve teknik şartnameler açısından ele alıyor ya da mekânsal normlara ilişkin gereksinimler paketi ve kurallara indirgenmiş tasarım kriterleri olarak görüyor. Bedensel yeti yitiminden çok, toplumsal pratiklerin ve tutumların "sorun" haline getirdiği sakatlığı, mimarlık üretimlerinin de mekânsal pratiklerle yeniden üretmekte olduğu üzerine düşünülmüyor. Bu nedenle, sakatlık meselesi sadece tasarıma ilişkin bir kriter ya da gereklilik olmaya indirgeniyor. Mimarlık, ya "ortalama beden" için tasarlanmış, dolayısıyla sakatların dolaşımını engelleyen "sakatlayıcı" mekânlar üretiyor ya da tıbbi modelle örtüşecek biçimde sakatlığı fiziksel olarak "normalliğe" yaklaştırmayı, standart kullanım düzeyine getirmeyi amaçlayan aparatları tasarlar hale geliyor ve üretimini araçsallaştırıyor. Bu mevzu, mimarlık eğitiminde "engelliler için tasarım" şeklinde nitelendirilerek ayrı bir uzmanlık alanıymış gibi, tasarım düşüncesinden ayrılıyor. Nihayetinde, sakat ile normal dikotomisinin üretilmesiyle "anormalliğin", "patolojik olanın" altı bir kere daha çizilmiş oluyor. Böyle bir anlayış sonucunda engellilik, mimari projelerde ya özellikle önplana çıkartılan ayrımcı bir unsura ya da çoğu zaman ihmal edilen, es geçilen şartlar paketine dönüşüyor; bir başka deyişle, mimarlık üretimi ve düşüncesi için "istisnai" bir durum haline geliyor.
Sakatlığın mekânsallığını tanımlayarak sakatlık üzerinde egemen bir iktidar alanı haline gelen mimarlık, sakat olanları kendi ürettiği bedensel ve mekânsal "normun" dışına iterek tasarım kuramının ve pratiğinin istisnası haline getiriyor. İtalyan siyaset felsefesi düşünürü Giorgio Agamben egemen iktidar ile istisna hali arasındaki politik ilişkiyi ele aldığı çalışmalarında(5), egemenin istisna olanı, iktidar alanının hem içinde hem dışında, bir başka deyişle belirsizlik alanında bırakarak, kendi yasalarına hem maruz bıraktığı hem de ondan dışladığı (dışlayarak içlediği) bir halden bahseder. Bu hal, egemen iktidarın ilan ettiği istisna halidir. Egemen iktidar, gücünü istisna olarak belirlediklerini, belirsizlik alanında tutarak hükmeder. Böylece, belirsizlik alanında, yasaların koruyucu sınırlarından dışlanmışlar her türlü dışlanmaya maruz kalabileceklerdir. Fakat egemenin belirlediği iktidar alanının dışında kalmak onun koyduğu yasalardan kurtulmak anlamına da gelmeyecektir.
Agamben'in kavramlarıyla düşünürsek, mimarlığın egemen bir iktidar alanı olarak sakatlık üzerinde biyopolitik bir iktidar kurduğunu, dahası onu dışlayarak içlediğini (istisna halinde bıraktığını) söylemek mümkün görünüyor. Mimarlığın "standart, ortalama" beden üzerinden ürettiği mekânlar ile sakat bedeni bu alandan dışladığı ileri sürülebilir. Bir başka deyişle, ortalama insan için üretilmiş mekânlar sakat bedenin dolaşımını, kullanımını engelleyecek şekilde düzenlenmiştir; bu nedenle sakatlığın mimarlığın ürettiği normların dışında tutulmakta olduğu söylenebilir. Ne var ki bu dışlanmışlık haliyle bile sakat beden, mimarlığın tahakküm alanının hâlâ içindedir, çünkü mekân üretiminin iktidarı olarak mimarlığın vereceği kararlara tabi olamaya devam eder. Mimarlık, sakat bedeni "normal" olandan ayırırken öte yandan, engelli tuvaleti, engelli rampası, engelli parkı ve benzeri nitelemeleriyle sakatlar için yeni bir norm dünyası hazırlayarak onu yeniden kendi iktidar alanı içine çeker. Tıp bilimi gibi mimarlık da sakatlık üzerinde belirleyici bir güç olarak, rampaların eğimine, mekânların boyutlarına, tutamaçların yerlerine, sesli / yazılı / renkli / dokulu uyaranların kullanım mekânlarına ve benzerine karar vererek mekânsal uzmanlığını ve aynı zamanda iktidarını sakatlık üzerinde egemen kılar. Böylece, hem mimarlık "disiplininin" (tam da Foucault'cu bir anlayışla, bedeni disipline etmekle ilişkili biçimde) uzmanlık alanlarından biri olarak kabul görür; hem de ortalama, standart, sağlıklı beden üzerinden tahayyül edilen normlar dünyasının dışında tutularak ayrımcı ya da yalıtıcı uygulamalarıyla bu alandan dışlanır. Özetle, sakatlık, hem mimarlığın normali dışında hem de "engelli normu" içinde, bir başka deyişle belirsizlik alanında konumlandırılarak istisna haline itilir.
SAKATLIĞIN TARİHSEL, TOPLUMSAL VE MEKÂNSAL İNŞASI
Mimarlık üretimlerinin sakatlıkla ilişkilenme biçimleri (onu ister standart / normal üzerinden kurulan mimarlık yasasından dışlasın, ister özel bir uzmanlık alanı olarak içine alsın) her seferinde fizikselliğe indirger. Bu problem mimarlığın mekânla ilişkisinin parçalı bir yaklaşımla sürdürülmesiyle ilişkilendirilebilir. Henri Lefebvre'nin(6) dönüştürdüğü mekân fikri onu, tarihsel süreç içinde, toplumsal mücadelelerin yeniden ürettiği politik bir ürün, toplumsal bir inşa süreci olarak görür. Öte yandan, diyalektik biçimde mekân da toplumsal oluşumları biçimlendiren, yeniden üreten bir mekanizmadır. Bu yaklaşımla Rob Imrie(7), "sakatlayıcı çevre tasarımı" olarak tanımladığı mimarlığı, mekân üretimiyle sakatlığın toplumsal üretimindeki ideolojik problemlerin üretilmesine katkıda bulunduğunu ifade eder.
Gleeson(8) ise, tarihi-coğrafya kuramcılarının ve coğrafyacıların da izini sürdüğü bu meseleyi, sakatlığın mekânsal tarihi açısından ele alarak, kapitalizm öncesinde ve sonrasında değişen emek gücü üzerinden değerlendirir. Ona göre, "feodal toplumun sonlarında yeti yitimi olan kişilerin emek gücünü yavaş yavaş erozyona uğratmış olan meta ilişkilerinin güçlenmesi" sakatlığın toplumsal-mekânsal üretimi açısından kırılma noktasını oluşturuyordu. Oliver(9) da, tarihsel materyalizmi sakatlık tarihine uyarlayan Vic Finkelstein'ın(10) modeline dayanarak, sanayi devrimi öncesi feodal toplumu sanayileşme sürecinin yaşandığı kapitalist toplumdan ayırır. Feodal yaşamda rekabetten ziyade işbirliği vardı, yerel ekonomi bu birlikteliği sağlıyordu. Emek gücü, bedensel gücü sınıflandırmıyordu; farklı bedensel kabiliyetlere göre farklı işler biçiliyordu, ancak sakat kişiler de üretim sürecine katılabiliyordu. Modern zamanda, piyasaların ortaya çıkışıyla bireysel emek, üretkenlik değeri üzerinden ölçülmeye, kabiliyetler açısından sıralanmaya başladı. Piyasa rekabeti, rekabet ise güçlüyle zayıfın ayrışmasını öngörüyor; dolayısıyla hız, kuvvet ve esneklik anlamında dezavantajı olan bedenlerin değer kaybetmelerine neden oluyordu. Böylece, kapitalizmin ilk aşaması, yeti yitimi olan işçileri geri planda bırakmaya 15. yüzyılda başlamış oluyordu. Bu süreç, 19. yüzyıla doğru giderek hızlanacak; küçük imalathanelerin büyük fabrikalara dönüştüğü, iş yeri ile evin ayrıştığı, emeğin metalaştığı sanayi kentlerinde, sakat işçilerin iyiden iyiye dışlanmasıyla devam edecekti. Akabinde, "başkalarının emeğini sömüren bir sınıf" olarak nitelendirilmeye, yük olarak görülmeye başladılar. 19. yüzyılın denetim mekanizmaları ve dışlayıcı pratikleri olarak "kurumlara" (sığınmaevi, tımarhane, engelli okulları, sakatlar evi, akıl hastanesi ve benzeri) kapatıldılar.
Bu dönüşüm aynı zamanda, sakatlayıcılığın toplumsal sürecini de başlatmış oluyordu. Sanayileşme sonrasında makine üretiminin gerektirdiği şartlar, beden için de belirlenmiş bir "ortalamayı" ve norm anlayışını beraberinde getiriyordu. Böylece, Davis'in ifadesiyle, normal, "sakat kişi sorunu yaratacak şekilde" inşa edilmiş oluyordu.(11) O nedenledir ki Davis, "sakat kişiyi anlamak için normal kavramına ve normal bedene geri dönülmesi gereğini" vurgular.(12) Bu kavramları önceleyen, 17. yüzyılda ortaya atılan "ideal beden" kavramıdır. Bu kutsal beden, insan için erişilmezdir. Ancak 19. yüzyılın ortasına doğru "norm, normal, normallik" kavramları üzerinden inşa edilen "ortalama beden", erişilemez olmayacak aksine erişilmesi gereken bir norm olarak tüm nüfusu denetimi altına alacaktı. Devlet politikalarının geliştirilmesi için kullanılan "siyasal aritmetiğin" tıpta kullanılmaya başlamasıyla birlikte devletten bedene kayan istatistik, Fransa'da kamu sağlığı ve İngiltere'de sanayi ile doğrudan ilişkili olarak istatistik kurumlarında kullanılacaktı. Fransız istatistikçi Quetelet, hata yasasını insanların boy ve kiloları üzerinde uygulayarak "ortalama insan" kavramını formüle eder. Norm, standart çan eğrisinin kapsamına girenleri "ortalama" olarak sistemine kabul ederken, bu eğrinin uç notlarına düşenleri "standarttan sapanlar" ya da "aşırı uçlara giden istisnalar" olarak niteleyecekti. Tabi ki bu aralığa sakatlar da dahil edileceklerdi.
Nihayetinde, 19. yüzyılın ilk yarısında nüfus ve istatistikle ilgili kurumlar İngiltere'de çoğalmakta ve nüfusu gözetim altında tutarak sürekli olarak izlemekteydi. Bu takibin en önemli sebebi, standarttan sapanları ya da norm dışı olanları ayıklamak ve norma uydurmaktı. Böylece, Sir Francis Galton ve Karl Pearson gibi istatistikçilerin başını çektiği öjeni hareketiyle, genetik olarak "sağlam ve üstün" kalıtsal özelliklerin devamı için, zayıf olanların ayıklandığı bir nüfus düzenlemesine doğru gidildi. Bu yaklaşımda, kalıtsal özelliklerin gelişmesi için, artık standart olan nüfusla, standart dışı olan alt-nüfusların çoğalma anlamında ayrıldığı bir toplumsallıktan söz edilmekteydi. Charles Darwin de, tam da bu amaçla, kusursuzlaştırılabilir beden fikrini ortaya atıyor ve böylece sakatlığın "doğal seçimle aşılması gereken bir evrim kusuru" olarak algılanmasına neden oluyordu. Bu nedenle, öjeni "kusurlu" olan bu "ucube bedenlerin"(13) ortadan kaldırılmasına odaklanıyordu. Öjeni yanlısı fikirler 20. yüzyılda, ulus sağlığı ile de ilişkilendirilerek yayılıyor, hatta 1933'te Nazilerin "gelecek kuşaklarda kalıtsal hastalıklardan kaçınma amacı taşıyan sakatları kısırlaştırma yasa tasarısının onaylanmasına" kadar varıyordu.(14)
20. yüzyılın ortasına doğru, mimarlık da kendi normunu üretiyordu. Savaş sonrasında modernistler, seri üretimin hızlandırdığı yapı üretim teknolojilerinin önemini vurguluyor, ucuz ve herkesin talebini karşılayabilecek yapıları hızla üretme ihtiyacından söz ediyorlardı. İşlevin önplanda olduğu bir tasarım anlayışıyla, davranışları ve hareketleri önceden bilinen normal bedene bir öz biçiliyordu. Özellikle Le Corbusier, "tüm insanların aynı işlevlere, aynı ihtiyaçlara sahip" olduğunu ve bu yüzden "bir standardın belirlenmesi gerektiğine" işaret ediyordu.(15) Böylece, istatistiğin belirlediği ortalama insan Le Corbusier'in "modulor"unda bedene kavuşuyor, mekânların, donatıların, sokakların hatta kentlerin ölçüleri bu adam figürüne göre ölçeklendiriliyordu. Le Corbusier'in cebinde gezdirdiği bu cetvel adam, önce kendi ölçülerinden yola çıkarak, daha sonra bir İngiliz polisinin boyuna göre ölçülendirdiği bir şablondu.(16) Tüm mekânsal boyutların "modulor"a göre ölçeklendiği matematiksel ritim, Le Corbusier'e göre harikulade bir icattı. İnsan bedenini odağa alan mekânsal tasarımlar üretilecekti. Ne var ki bu sağlam, kaslı, erkek bedeni tüm farklılıkları dışında bırakarak ideal bedende olduğu gibi, soyut bir "yok insan" yaratıyordu. Le Corbusier amaçlamış olmasa da, sakatları dışlayan bu beden patronu, öjeni fikrine de hizmet ediyordu. Sonuç olarak, norm ve normallik anlayışı üzerinden yürüyen mimari üretim, standarttan sapan sakatlar için problemli mekânlar üretirken, sakatlığın "sorun" olarak görülmesine de katkıda bulunuyordu. 1970 sonrasında, normdan sapanların çoğalacağı bir mimarlık ortamını beraberinde getirecekse de, sakatlık meselesi mimarlık üretiminde istisnai bir pozisyonda kalacaktı. Ne var ki, 20. yüzyılın ikinci yarısında politik bir hareket içinde görünür hale gelmeye başlayan, hak mücadelesi veren sakatlar sayesinde, bugün Amerika ve İngiltere başta olmak üzere birçok ülkede, yasal düzenlemelerin uygulandığı, hak temelli çalışmaların sürdürüldüğü, erişim olanaklarının düzenlendiği çoğulcu bir mekân anlayışına ulaşıldığı görülmekte.
[Yazının devamı bir alt mesajda]
Kadir Has üniversitesi Mimarlık Bölümü
Mimarlık Dergisi
Sayı: 395 (Mayıs-Haziran 2017)
Kullanıcısını belli standartlara uygun olarak "genç, sağlıklı, fit ve nispeten uzun boylu" soyut bir "yok insan" üzerinden ele alan projeler hayata geçirildiğinde, yapının kullanımında sorunlar ortaya çıkıyor. Bir varoluş biçimi olarak sakatlığın mimarlık alanında ele alınışını eleştiren metin, sakatların da göz önünde bulundurulması gereğinin bir tür hassasiyet olmadığını ve bunun bir hak sorunu olduğunun kabul edilmesi gerektiğini vurguluyor.
"Doğum Günü Dört Temmuz" filminde, başrol karakteri Ron Kovic'in, vatansever bir Amerikan askeri olarak Vietnam Savaşı'na gidişini ve 'gazi' olarak savaştan eve dönüşünü izleriz. Sonrasında Ron bir sakat olarak, 1960'lı yılların sonunda Amerika'da yaşanan hareketli ortama, politik bir aktör olarak dahil olacaktır. Bu dönemde, toplumsal cinsiyet, ırk, etnisite gibi mevzularda yaşanan toplumsal dönüşümler ve Vietnam savaşına karşı yürütülen sivil barış hareketi, özellikle Amerika'da, savaş sonrasında sayıları artan sakatların politik kimliklerini ve haklarını savundukları "sakat hareketi"nin de doğuşuna ön ayak olur.(1) Bu hareketin ivmesiyle, 1970'li ve özellikle 1980'li yıllarda farklı disiplinleri biraraya getiren bir alan olarak "sakatlık çalışmaları" ortaya çıkar ve bizatihi sakat akademisyenlerin mücadeleleriyle şekillenir. Sosyal bilimlerde, "toplumsal-politik bir durum / kimlik" olarak çalışılmaya ve eleştirel bir yaklaşımla ele alınmaya başlanmasından önce sakatlık, tıp bilimlerinin uzmanlık alanına tabiydi. "Tıbbi modele" göre sakatlık hali, sonlandırılması ya da düzeltilmesi gereken patolojik bir durum, bir trajedi olarak ele alınıyor; eksiklik ya da hastalık olarak görülüyordu. Ancak sosyal bilimlerin sakatlığı ele alışı önemli bir eleştirel fark yaratarak, sakat bedenin yeti yitiminin sorunsallaştırılması yerine, engelleri ve sakatlayıcı ideolojileri gündelik hayata yerleştiren toplumsal pratiklerin, kurumların, normların ve mekânların sorgulanması gereğini "sosyal model" olarak adlandırılacak bir yaklaşımla ortaya koydu.(2)
Özellikle 2000'li yıllarda, İngiltere ve Amerika'da sosyal bilimlerin önemli akademik çalışma alanlarından biri haline gelmiş olan sakatlık çalışmaları, Türkiye'de daha çok tıp bilimlerinin, mimarlık ve şehircilik bilgi alanlarının iktidarı altında şekillenmiş ve daha çok "tıbbi modelle" ilişkilendirilmiş bir mesele olagelmekteydi. Ancak son yıllarda sosyal bilimlerde Dikmen Bezmez ve Sibel Yardımcı'nın(3) öncü olduğu araştırmalarla, sakatlık meselesi "sosyal model" üzerinden ele alınmaya ve eleştirel bir literatürü oluşturmaya başladı. Ne var ki, kendilerinin de dile getirdiği üzere, Anglosakson dünyada sakat mücadeleleriyle şekillenen literatürün dönüştürdüğü terimlerin Türkçe literatürdeki karşılıkları, Türkiye'de sakatlık meselesinin tarihsel-toplumsal sürecindeki farklılıklar nedeniyle örtüşmemektedir. İngiltere ve Amerika'da, tıbbi modelin dikte ettiği, sakatlığın varoluşsal bir problem / eksiklik olduğunu vurgulayan handicapped (özürlü) nitelemesinin yerini, sakatlığın fiziksel yanını öne çıkartan impaired (yeti yitimi olan) ve sosyal modelin dönüştürdüğü algı ile toplumsal engellere vurgu yapan disabled (sakat) terimleri alırken, Türkiye'de "özürlü, engelli ve sakat" terimleri farklı vurgularla kullanılmaktadır. Bezmez, Yardımcı ve Şentürk(4) ise, Türkçe literatürde "sakat" terimini kullanmayı, sakatlığın bir durum / hal olarak yeniden benimsenmesini sağlamak, gündelik kullanımlarda yarattığı değersizleştirme hissine rağmen "görece politize bir grup tarafından ters yüz edilmiş ve kendileri de sakat olan bu kişiler tarafından yeniden benimsenmiş" olmasından dolayı tercih etmektedir.
Gerek kullandığı dil gerekse benimsediği yaklaşım açısından, sosyal bilimlerle ilişkisi birçok anlamda zayıf kalan mimarlık alanı bu literatürden henüz etkilemiş değil. Bu nedenle makale, sakatlık durumunun mimarlık alanında ele alınışını eleştirmekte ve sosyal bilimler alanından bakışla, sakatlığın tarihsel, toplumsal ve mekânsal inşasını irdelemektedir. Öncelikle, mimarlığın "sakatlık" mevzusunu kendi iktidar alanı içinde "istisnai" bir duruma indirgediği dile getirilmektedir. Sonrasında, farklı dönemlerde farklı algılarla dönüşen ve toplumsal olarak inşa edilen "sakatlığın", sadece fiziksel mekânın "engelliler" için yeniden düzenlenmesiyle aşılamayacağı ortaya konmaktadır. Meselenin erişim sorunsalına indirgenmesiyle mimarlık ve ilişkili pratiklerin de bu sorunu yeniden üretmeye devam edeceğinin dile getirilmesinin ardından sonuç olarak, sakatların hak sahibi vatandaşlar olarak gerekli koşulları talep etmeye muktedir olduklarının anlaşılması ve "bağımsız yaşam algısının" oluşturulması için mimarlık üretimlerinin destekleyici bir rol üstlenmesi gereği savunuluyor.
MİMARLIĞIN "İSTİSNA HALİ" OLARAK SAKATLIK
Türkiye'de, güncel kent ve mimarlık yazınında sakatlık meselesiyle olan ilişki sıklıkla, "engelliler için tasarım", "engelsiz mimarlık", "erişilebilirlik", "evrensel tasarım", "herkes için tasarım" gibi kavramlar etrafında dile getiriliyor. Yapılan çalışmaların büyük bir kısmı teknik bir dile sahip; meseleyi ya mevzuatlar ve teknik şartnameler açısından ele alıyor ya da mekânsal normlara ilişkin gereksinimler paketi ve kurallara indirgenmiş tasarım kriterleri olarak görüyor. Bedensel yeti yitiminden çok, toplumsal pratiklerin ve tutumların "sorun" haline getirdiği sakatlığı, mimarlık üretimlerinin de mekânsal pratiklerle yeniden üretmekte olduğu üzerine düşünülmüyor. Bu nedenle, sakatlık meselesi sadece tasarıma ilişkin bir kriter ya da gereklilik olmaya indirgeniyor. Mimarlık, ya "ortalama beden" için tasarlanmış, dolayısıyla sakatların dolaşımını engelleyen "sakatlayıcı" mekânlar üretiyor ya da tıbbi modelle örtüşecek biçimde sakatlığı fiziksel olarak "normalliğe" yaklaştırmayı, standart kullanım düzeyine getirmeyi amaçlayan aparatları tasarlar hale geliyor ve üretimini araçsallaştırıyor. Bu mevzu, mimarlık eğitiminde "engelliler için tasarım" şeklinde nitelendirilerek ayrı bir uzmanlık alanıymış gibi, tasarım düşüncesinden ayrılıyor. Nihayetinde, sakat ile normal dikotomisinin üretilmesiyle "anormalliğin", "patolojik olanın" altı bir kere daha çizilmiş oluyor. Böyle bir anlayış sonucunda engellilik, mimari projelerde ya özellikle önplana çıkartılan ayrımcı bir unsura ya da çoğu zaman ihmal edilen, es geçilen şartlar paketine dönüşüyor; bir başka deyişle, mimarlık üretimi ve düşüncesi için "istisnai" bir durum haline geliyor.
Sakatlığın mekânsallığını tanımlayarak sakatlık üzerinde egemen bir iktidar alanı haline gelen mimarlık, sakat olanları kendi ürettiği bedensel ve mekânsal "normun" dışına iterek tasarım kuramının ve pratiğinin istisnası haline getiriyor. İtalyan siyaset felsefesi düşünürü Giorgio Agamben egemen iktidar ile istisna hali arasındaki politik ilişkiyi ele aldığı çalışmalarında(5), egemenin istisna olanı, iktidar alanının hem içinde hem dışında, bir başka deyişle belirsizlik alanında bırakarak, kendi yasalarına hem maruz bıraktığı hem de ondan dışladığı (dışlayarak içlediği) bir halden bahseder. Bu hal, egemen iktidarın ilan ettiği istisna halidir. Egemen iktidar, gücünü istisna olarak belirlediklerini, belirsizlik alanında tutarak hükmeder. Böylece, belirsizlik alanında, yasaların koruyucu sınırlarından dışlanmışlar her türlü dışlanmaya maruz kalabileceklerdir. Fakat egemenin belirlediği iktidar alanının dışında kalmak onun koyduğu yasalardan kurtulmak anlamına da gelmeyecektir.
Agamben'in kavramlarıyla düşünürsek, mimarlığın egemen bir iktidar alanı olarak sakatlık üzerinde biyopolitik bir iktidar kurduğunu, dahası onu dışlayarak içlediğini (istisna halinde bıraktığını) söylemek mümkün görünüyor. Mimarlığın "standart, ortalama" beden üzerinden ürettiği mekânlar ile sakat bedeni bu alandan dışladığı ileri sürülebilir. Bir başka deyişle, ortalama insan için üretilmiş mekânlar sakat bedenin dolaşımını, kullanımını engelleyecek şekilde düzenlenmiştir; bu nedenle sakatlığın mimarlığın ürettiği normların dışında tutulmakta olduğu söylenebilir. Ne var ki bu dışlanmışlık haliyle bile sakat beden, mimarlığın tahakküm alanının hâlâ içindedir, çünkü mekân üretiminin iktidarı olarak mimarlığın vereceği kararlara tabi olamaya devam eder. Mimarlık, sakat bedeni "normal" olandan ayırırken öte yandan, engelli tuvaleti, engelli rampası, engelli parkı ve benzeri nitelemeleriyle sakatlar için yeni bir norm dünyası hazırlayarak onu yeniden kendi iktidar alanı içine çeker. Tıp bilimi gibi mimarlık da sakatlık üzerinde belirleyici bir güç olarak, rampaların eğimine, mekânların boyutlarına, tutamaçların yerlerine, sesli / yazılı / renkli / dokulu uyaranların kullanım mekânlarına ve benzerine karar vererek mekânsal uzmanlığını ve aynı zamanda iktidarını sakatlık üzerinde egemen kılar. Böylece, hem mimarlık "disiplininin" (tam da Foucault'cu bir anlayışla, bedeni disipline etmekle ilişkili biçimde) uzmanlık alanlarından biri olarak kabul görür; hem de ortalama, standart, sağlıklı beden üzerinden tahayyül edilen normlar dünyasının dışında tutularak ayrımcı ya da yalıtıcı uygulamalarıyla bu alandan dışlanır. Özetle, sakatlık, hem mimarlığın normali dışında hem de "engelli normu" içinde, bir başka deyişle belirsizlik alanında konumlandırılarak istisna haline itilir.
SAKATLIĞIN TARİHSEL, TOPLUMSAL VE MEKÂNSAL İNŞASI
Mimarlık üretimlerinin sakatlıkla ilişkilenme biçimleri (onu ister standart / normal üzerinden kurulan mimarlık yasasından dışlasın, ister özel bir uzmanlık alanı olarak içine alsın) her seferinde fizikselliğe indirger. Bu problem mimarlığın mekânla ilişkisinin parçalı bir yaklaşımla sürdürülmesiyle ilişkilendirilebilir. Henri Lefebvre'nin(6) dönüştürdüğü mekân fikri onu, tarihsel süreç içinde, toplumsal mücadelelerin yeniden ürettiği politik bir ürün, toplumsal bir inşa süreci olarak görür. Öte yandan, diyalektik biçimde mekân da toplumsal oluşumları biçimlendiren, yeniden üreten bir mekanizmadır. Bu yaklaşımla Rob Imrie(7), "sakatlayıcı çevre tasarımı" olarak tanımladığı mimarlığı, mekân üretimiyle sakatlığın toplumsal üretimindeki ideolojik problemlerin üretilmesine katkıda bulunduğunu ifade eder.
Gleeson(8) ise, tarihi-coğrafya kuramcılarının ve coğrafyacıların da izini sürdüğü bu meseleyi, sakatlığın mekânsal tarihi açısından ele alarak, kapitalizm öncesinde ve sonrasında değişen emek gücü üzerinden değerlendirir. Ona göre, "feodal toplumun sonlarında yeti yitimi olan kişilerin emek gücünü yavaş yavaş erozyona uğratmış olan meta ilişkilerinin güçlenmesi" sakatlığın toplumsal-mekânsal üretimi açısından kırılma noktasını oluşturuyordu. Oliver(9) da, tarihsel materyalizmi sakatlık tarihine uyarlayan Vic Finkelstein'ın(10) modeline dayanarak, sanayi devrimi öncesi feodal toplumu sanayileşme sürecinin yaşandığı kapitalist toplumdan ayırır. Feodal yaşamda rekabetten ziyade işbirliği vardı, yerel ekonomi bu birlikteliği sağlıyordu. Emek gücü, bedensel gücü sınıflandırmıyordu; farklı bedensel kabiliyetlere göre farklı işler biçiliyordu, ancak sakat kişiler de üretim sürecine katılabiliyordu. Modern zamanda, piyasaların ortaya çıkışıyla bireysel emek, üretkenlik değeri üzerinden ölçülmeye, kabiliyetler açısından sıralanmaya başladı. Piyasa rekabeti, rekabet ise güçlüyle zayıfın ayrışmasını öngörüyor; dolayısıyla hız, kuvvet ve esneklik anlamında dezavantajı olan bedenlerin değer kaybetmelerine neden oluyordu. Böylece, kapitalizmin ilk aşaması, yeti yitimi olan işçileri geri planda bırakmaya 15. yüzyılda başlamış oluyordu. Bu süreç, 19. yüzyıla doğru giderek hızlanacak; küçük imalathanelerin büyük fabrikalara dönüştüğü, iş yeri ile evin ayrıştığı, emeğin metalaştığı sanayi kentlerinde, sakat işçilerin iyiden iyiye dışlanmasıyla devam edecekti. Akabinde, "başkalarının emeğini sömüren bir sınıf" olarak nitelendirilmeye, yük olarak görülmeye başladılar. 19. yüzyılın denetim mekanizmaları ve dışlayıcı pratikleri olarak "kurumlara" (sığınmaevi, tımarhane, engelli okulları, sakatlar evi, akıl hastanesi ve benzeri) kapatıldılar.
Bu dönüşüm aynı zamanda, sakatlayıcılığın toplumsal sürecini de başlatmış oluyordu. Sanayileşme sonrasında makine üretiminin gerektirdiği şartlar, beden için de belirlenmiş bir "ortalamayı" ve norm anlayışını beraberinde getiriyordu. Böylece, Davis'in ifadesiyle, normal, "sakat kişi sorunu yaratacak şekilde" inşa edilmiş oluyordu.(11) O nedenledir ki Davis, "sakat kişiyi anlamak için normal kavramına ve normal bedene geri dönülmesi gereğini" vurgular.(12) Bu kavramları önceleyen, 17. yüzyılda ortaya atılan "ideal beden" kavramıdır. Bu kutsal beden, insan için erişilmezdir. Ancak 19. yüzyılın ortasına doğru "norm, normal, normallik" kavramları üzerinden inşa edilen "ortalama beden", erişilemez olmayacak aksine erişilmesi gereken bir norm olarak tüm nüfusu denetimi altına alacaktı. Devlet politikalarının geliştirilmesi için kullanılan "siyasal aritmetiğin" tıpta kullanılmaya başlamasıyla birlikte devletten bedene kayan istatistik, Fransa'da kamu sağlığı ve İngiltere'de sanayi ile doğrudan ilişkili olarak istatistik kurumlarında kullanılacaktı. Fransız istatistikçi Quetelet, hata yasasını insanların boy ve kiloları üzerinde uygulayarak "ortalama insan" kavramını formüle eder. Norm, standart çan eğrisinin kapsamına girenleri "ortalama" olarak sistemine kabul ederken, bu eğrinin uç notlarına düşenleri "standarttan sapanlar" ya da "aşırı uçlara giden istisnalar" olarak niteleyecekti. Tabi ki bu aralığa sakatlar da dahil edileceklerdi.
Nihayetinde, 19. yüzyılın ilk yarısında nüfus ve istatistikle ilgili kurumlar İngiltere'de çoğalmakta ve nüfusu gözetim altında tutarak sürekli olarak izlemekteydi. Bu takibin en önemli sebebi, standarttan sapanları ya da norm dışı olanları ayıklamak ve norma uydurmaktı. Böylece, Sir Francis Galton ve Karl Pearson gibi istatistikçilerin başını çektiği öjeni hareketiyle, genetik olarak "sağlam ve üstün" kalıtsal özelliklerin devamı için, zayıf olanların ayıklandığı bir nüfus düzenlemesine doğru gidildi. Bu yaklaşımda, kalıtsal özelliklerin gelişmesi için, artık standart olan nüfusla, standart dışı olan alt-nüfusların çoğalma anlamında ayrıldığı bir toplumsallıktan söz edilmekteydi. Charles Darwin de, tam da bu amaçla, kusursuzlaştırılabilir beden fikrini ortaya atıyor ve böylece sakatlığın "doğal seçimle aşılması gereken bir evrim kusuru" olarak algılanmasına neden oluyordu. Bu nedenle, öjeni "kusurlu" olan bu "ucube bedenlerin"(13) ortadan kaldırılmasına odaklanıyordu. Öjeni yanlısı fikirler 20. yüzyılda, ulus sağlığı ile de ilişkilendirilerek yayılıyor, hatta 1933'te Nazilerin "gelecek kuşaklarda kalıtsal hastalıklardan kaçınma amacı taşıyan sakatları kısırlaştırma yasa tasarısının onaylanmasına" kadar varıyordu.(14)
20. yüzyılın ortasına doğru, mimarlık da kendi normunu üretiyordu. Savaş sonrasında modernistler, seri üretimin hızlandırdığı yapı üretim teknolojilerinin önemini vurguluyor, ucuz ve herkesin talebini karşılayabilecek yapıları hızla üretme ihtiyacından söz ediyorlardı. İşlevin önplanda olduğu bir tasarım anlayışıyla, davranışları ve hareketleri önceden bilinen normal bedene bir öz biçiliyordu. Özellikle Le Corbusier, "tüm insanların aynı işlevlere, aynı ihtiyaçlara sahip" olduğunu ve bu yüzden "bir standardın belirlenmesi gerektiğine" işaret ediyordu.(15) Böylece, istatistiğin belirlediği ortalama insan Le Corbusier'in "modulor"unda bedene kavuşuyor, mekânların, donatıların, sokakların hatta kentlerin ölçüleri bu adam figürüne göre ölçeklendiriliyordu. Le Corbusier'in cebinde gezdirdiği bu cetvel adam, önce kendi ölçülerinden yola çıkarak, daha sonra bir İngiliz polisinin boyuna göre ölçülendirdiği bir şablondu.(16) Tüm mekânsal boyutların "modulor"a göre ölçeklendiği matematiksel ritim, Le Corbusier'e göre harikulade bir icattı. İnsan bedenini odağa alan mekânsal tasarımlar üretilecekti. Ne var ki bu sağlam, kaslı, erkek bedeni tüm farklılıkları dışında bırakarak ideal bedende olduğu gibi, soyut bir "yok insan" yaratıyordu. Le Corbusier amaçlamış olmasa da, sakatları dışlayan bu beden patronu, öjeni fikrine de hizmet ediyordu. Sonuç olarak, norm ve normallik anlayışı üzerinden yürüyen mimari üretim, standarttan sapan sakatlar için problemli mekânlar üretirken, sakatlığın "sorun" olarak görülmesine de katkıda bulunuyordu. 1970 sonrasında, normdan sapanların çoğalacağı bir mimarlık ortamını beraberinde getirecekse de, sakatlık meselesi mimarlık üretiminde istisnai bir pozisyonda kalacaktı. Ne var ki, 20. yüzyılın ikinci yarısında politik bir hareket içinde görünür hale gelmeye başlayan, hak mücadelesi veren sakatlar sayesinde, bugün Amerika ve İngiltere başta olmak üzere birçok ülkede, yasal düzenlemelerin uygulandığı, hak temelli çalışmaların sürdürüldüğü, erişim olanaklarının düzenlendiği çoğulcu bir mekân anlayışına ulaşıldığı görülmekte.
[Yazının devamı bir alt mesajda]