Gökhan İrfanoğlu
Baştan söylemek lazım ki herhalde açıktır, “sakatlık nasıl oluşur?” sorusu cevaplanmaya kalkışılacak bir soru kendinde dahi olmayabilir; hele soruyla burada baş etmek imkansız. Ancak soru sakatlık çalışmaları alanının kurucu sorusu addedilebilir ve Oliver’in tabiriyle bugün artık ünlü bir modellik ajansına gelen adaylar kadar çok olan sakatlık modelleri de bu soruya farklı cevaplarla üretiliyor; bunların iki cümlelik özetlerini vermek de çok anlamlı olmayacak. Bunun yerine, forumun eski bir üyesi de olarak, bizi daha yakından ilgilendiren bir tartışma başlatmaya çalışmak niyetiyle soruya klasik/ ortodoks sosyal modelin verdiği ve artık hepimizin bildiği, Özida’dan “süper kötürüm” yayınlarına, DSÖ’den Dünya Bankası’na, en “ilericiden” en muhafazakara her yerde, herkesçe tekrar edilen, “ufak düzeltmelerle” genel geçer hale gelen cevaba odaklanacağım. Zira, sakatlığın toplumsal-siyasal bir mücadele konusu mu sayıldığı, yoksa telafi edilmesi gereken bir eksiklik-bozukluk mu addedildiği artık birbirinden kesin hatlarla ayrılmış modellerden çok, “sosyal modelin” nasıl, ona ne eklenerek ve ondan ne çıkarılarak, yorumlandığı üzerinden görünür oluyor. Bunun içerdiği bir tehlike, sakatların kendilerine ait bir mücadele alanı kurmalarında tam da kendi sözlerini üreterek, dışarısı (sakatlık üstüne bilgiyi o zamana dek tekeline almış uzmanlar, devlet kurumları, sağlamcı/sakatlayıcı denilecek ideolojinin taşıyıcısı medya vs.) ile aralarına “hat çizerek”, işlevli olmuş bir aletin onların üstten yönetilmesi için yedeklenmesi. Bir asıl metni hatırlayalım, bugünkü duruma değinelim, sonra da sanal bir platformun söz konusu “hat çizme” işine nasıl katkı sunabileceği üzerine beraber düşünelim.
Model ilkin Oliver adlı sakat aktivist-akademisyenin 1983’teki bir çalışmasında dillendiriliyor; ancak temelinde, 1974’te İngiltere’de sakatlık geliri tartışmaları sürecinde kurulan Ayrımcılığa Karşı Fiziksel Yeti Yitimi Olanların Birliği adlı örgütün 1976 tarihli bildirisi var. Buna göre, sakatlık “[y]eti yitimi olan insanları dikkate almayan [...] ve dışlayan çağdaş bir toplumsal düzenin yol açtığı dezavantajlar veya faaliyet kısıtlanmasıdır.” Öyleyse sakatlık bir tahakküm boyutudur. (Sakatlık Çalışmaları derlemesi, s.32, 36). Ayrıntılandırmadan burada şu noktaları hızlıca vurgulamak yeterli: 1. toplumsal-ilişkisel bir kavrayış. Yeti yitimi ile sakatlık arasında ilkinden ikinciyi çıkarımladığımız bir nedensellik yok. Bu etkileri en hafif olanından en ağırına kadar tüm yeti yitimi durumları için geçerli. Zira sakatlık beden durumu değil, bir toplumsal konum. Sakatlık yeti yitimi olan bedene dışarıdan, dışlayıcı toplumsal-siyasal güç ilişkileri temelinde yapışıyor. 2. Sakatların tanımı doğrudan uzmanların kişisel trajedi modeline karşı kuruluyor. 3. Sakatlıklar arasında bir ayrım yapılmıyor – bu farklı yeti yitimi olan kişilerin beraber mücadele yürütmesi demek. 4. Genel olarak söylendiği üzere, hem mahiyeti hem örgütlenme biçimlerine ilişkin sonuçları açısından Marksist mirası görmek mümkün: Özneleri toplumsal yapılar üretmez sadece, bu ilişkilerin dönüşümü de “eğitimcilerin” (uzmanların) değil bizzat o öznelerin kendi kolektif pratikleriyle gerçekleşir. Tahayyül, tanıdık; gerçekçi ol, imkansızı iste: Yani, bir yandan bu modelle çalışan araştırmacılar sakatlığın temelde emeğin kapitalist örgütlenmesinin sonucu olduğunu öne sürerken, öte yandan sakatlar öz-örgütlenmeleriyle, istihdamdan eğitime, sistemin ürettiği “engellerin kaldırılmasını” talep ediyorlar; sakatlık mücadelesinin “büyük fikri” diye anılacak bu model devlet politikalarına müdahaleden bilinç yükseltmeye birçok alanda etkili oluyor. Oliver, Tony Blair’in İşçi Partisi hükümetinin hedefinin “insanların potansiyellerini gerçekleştirmelerini önleyen engelleri kaldırmak” olduğunu söylediği bir alıntıyla başladığı 2000’lerdeki bir yazısında, önceden modele sonuna dek karşı çıkmış birçok devlet kurumu, örgüt ve kişinin 90’larla beraber onu sömürgeleştirdiğine değiniyor.
Gerçekten de, refah rejiminin dönüşümü, sosyal hakların çalışmaya endekslenmesiyle beraber neoliberal politikalar sakatların kazanılmış haklarına bir dizi müdahale içeriyorken (bunları ABD’den Slovakya’ya, İngiltere’den İspanya’ya bir dizi sakat hareketinin mücadele gündemlerinden takip etmek mümkün) şaşırtıcı gelebilir, siyasetçi demeçlerinden yasalara, yukarıdan sakatlık söylemlerinde engellileri anaakım topluma (emek piyasasına) dahil etmenin öneminin vurgulanması, genel olarak bir “engelleri kaldırmaya” yönelme söz konusu. Sakatlık çalışmalarından bir araştırmacı bir Dünya Bankası metninde dahi (ki bu kurumun ürettiği politikaların nüfusun genelinin esenliği için ne ifade ettiğini biliyoruz), medikal modelin açıkça reddedilerek sosyal modelin benimsendiğini, sakatların bağımsızlığı ve içerilmesinin elzem olduğunun savunulduğunu belirtiyor (McRuer).
Türkiye’deki sakatlık politikalarının bu tabloyu nasıl ve ne ölçüde yinelediği tartışma konusu olsun. Fakat şimdiden şunu söyleyebiliriz, toplumsal mücadelelerin ürettiği fikirlerin başka coğrafyalardaki mücadelelere doğrudan ithalini Türkiye’deki sakat örgütlerinde de görebiliyorsak da (son zamanlardan, “biz olmadan bizim adımıza asla”), “tertiplendiği” biçimiyle sosyal modelin sakat örgütleri için dışarıdan müdahaleden bağımsız, kendilerine ait bir mücadele alanı kurmakta ne kadar işlevli olacağı bir soru; zira dışarısı da sosyal (çevresel, kültürel, ekonomik) engeller yaklaşımını sakat örgütleri kadar iyi kullanabiliyor ve yeti yitiminin olumlanmaması açısından da dışarısı ile içerisi (sakat örgütleri) arasında çok bir fark yok. Benzer bir durum, Batı’da birçok kimlik hareketi metinlerini özgürleşme tahayyüllerini yeniden düşünmeye itti. Türkiye’de ise en azından bu tür bir sorgulamanın aciliyeti açısından sakatlığın “en ileride” olduğunu söyleyebiliriz! Sözün özü, “hak temelli” mücadele yaklaşımınızın da, katılım, içerilme, bağımsızlık düsturlarınızın da tereciye tere satmak misali tepeden yinelendiği durumda kendi sözünüzü nerede bulacaksınız? Burada ilk akla gelen şey, dolaşımdaki sözlerin sırf rıza üretmekte kullanıldığını, büyük oranda gerçekliğe tekabül etmeyen boş laflar olduğunu iddia etmek. Böyle bir eleştirinin olanağı genel olarak da Türkiye özelinde de ziyadesiyle mevcut. Başka bir olanak, söyleyen özne ve söylenen bağlam değiştiğinde “engelleri kaldırmanın” anlamının da değiştiğini (yukarıdaki 4 noktanın 3’ü gidiyor, 1. de bayağı bir dönüşüyor), sakatlığın değil, “engelleri aşan” bireysel olarak bağımsız sakat kurgusundaki yük olmayan sakatın içerildiğini iddia ederek sosyal modelin yedeklenmemiş (ki modeli kuranların da göz ardı ettiği) imalarını vurgulamak – çalışma değil, çalışmama; “farkı sildiği ölçüde katılım” değil, katılmama, bağımsızlık değil yeniden düşünülen bir bağımlılık hakkı gibi. Bu noktada modelin kökensel tahayyülünü unutmamak, meselesinin her zaman “gerçekçi olup, imkansızı istemek” olduğunu hatırlamak da önemli ve sakat mücadelesini bugünkü genel toplumsal muhalefete doğrudan bağlayan yer de burası.
Söylemeye gerek yok sakat bireylerin sözlerinin görünür olması kendinde çok önemli; ancak yapısı gereği kişilerin gündelik dertlerini dile getirdikleri, bireysel imkanları tartıştıkları ve bunu birbirinden ayrı mahlaslar olarak yaptıkları bir site bu “hat çizme” işine nasıl katkı sunabilir? Sonuçta aşağıda bir tartışma başladığında, engelleri kaldırmak engelleri aşmaya, her mesele gibi öz-örgütlenmenin önemi de, hak temelli yaklaşım da kişisel tercihlere dönüşebilir. Bu noktada benim aklıma gelen bir şey, hiçbir modeli/ kuramsal çerçeveyi zorunlu addetmeden, siteyi katılanların kendilerinin bu söz bolluğunun ardındaki deneyim ortaklığını vurgulayacak şekilde beraber çalışmaları. Bu ortaklığın bilgisini siteyi inceleyen çalışmalar üretiyor; bunu katılımcıların kendilerinin de üretmelerinin ise ek bir önemi var (ki kaçış yok, sosyal model de bunu olumlar).
...
*Can Evren’in tezini önceden okumamanın cezasından not olsun. Tam bu satırdan önce sosyal modelin yaygınlaşmasını onu kişisel trajedi modeline ekleyerek sağlayan ICF’nin (biyopsikososyal model) Türkiye serüveni için metne baktığımda, yazının dile getirmeye çabaladığı meselenin elbette çok daha iyi biçimde anlatıldığını gördüm (ss. 34-52).
Baştan söylemek lazım ki herhalde açıktır, “sakatlık nasıl oluşur?” sorusu cevaplanmaya kalkışılacak bir soru kendinde dahi olmayabilir; hele soruyla burada baş etmek imkansız. Ancak soru sakatlık çalışmaları alanının kurucu sorusu addedilebilir ve Oliver’in tabiriyle bugün artık ünlü bir modellik ajansına gelen adaylar kadar çok olan sakatlık modelleri de bu soruya farklı cevaplarla üretiliyor; bunların iki cümlelik özetlerini vermek de çok anlamlı olmayacak. Bunun yerine, forumun eski bir üyesi de olarak, bizi daha yakından ilgilendiren bir tartışma başlatmaya çalışmak niyetiyle soruya klasik/ ortodoks sosyal modelin verdiği ve artık hepimizin bildiği, Özida’dan “süper kötürüm” yayınlarına, DSÖ’den Dünya Bankası’na, en “ilericiden” en muhafazakara her yerde, herkesçe tekrar edilen, “ufak düzeltmelerle” genel geçer hale gelen cevaba odaklanacağım. Zira, sakatlığın toplumsal-siyasal bir mücadele konusu mu sayıldığı, yoksa telafi edilmesi gereken bir eksiklik-bozukluk mu addedildiği artık birbirinden kesin hatlarla ayrılmış modellerden çok, “sosyal modelin” nasıl, ona ne eklenerek ve ondan ne çıkarılarak, yorumlandığı üzerinden görünür oluyor. Bunun içerdiği bir tehlike, sakatların kendilerine ait bir mücadele alanı kurmalarında tam da kendi sözlerini üreterek, dışarısı (sakatlık üstüne bilgiyi o zamana dek tekeline almış uzmanlar, devlet kurumları, sağlamcı/sakatlayıcı denilecek ideolojinin taşıyıcısı medya vs.) ile aralarına “hat çizerek”, işlevli olmuş bir aletin onların üstten yönetilmesi için yedeklenmesi. Bir asıl metni hatırlayalım, bugünkü duruma değinelim, sonra da sanal bir platformun söz konusu “hat çizme” işine nasıl katkı sunabileceği üzerine beraber düşünelim.
Model ilkin Oliver adlı sakat aktivist-akademisyenin 1983’teki bir çalışmasında dillendiriliyor; ancak temelinde, 1974’te İngiltere’de sakatlık geliri tartışmaları sürecinde kurulan Ayrımcılığa Karşı Fiziksel Yeti Yitimi Olanların Birliği adlı örgütün 1976 tarihli bildirisi var. Buna göre, sakatlık “[y]eti yitimi olan insanları dikkate almayan [...] ve dışlayan çağdaş bir toplumsal düzenin yol açtığı dezavantajlar veya faaliyet kısıtlanmasıdır.” Öyleyse sakatlık bir tahakküm boyutudur. (Sakatlık Çalışmaları derlemesi, s.32, 36). Ayrıntılandırmadan burada şu noktaları hızlıca vurgulamak yeterli: 1. toplumsal-ilişkisel bir kavrayış. Yeti yitimi ile sakatlık arasında ilkinden ikinciyi çıkarımladığımız bir nedensellik yok. Bu etkileri en hafif olanından en ağırına kadar tüm yeti yitimi durumları için geçerli. Zira sakatlık beden durumu değil, bir toplumsal konum. Sakatlık yeti yitimi olan bedene dışarıdan, dışlayıcı toplumsal-siyasal güç ilişkileri temelinde yapışıyor. 2. Sakatların tanımı doğrudan uzmanların kişisel trajedi modeline karşı kuruluyor. 3. Sakatlıklar arasında bir ayrım yapılmıyor – bu farklı yeti yitimi olan kişilerin beraber mücadele yürütmesi demek. 4. Genel olarak söylendiği üzere, hem mahiyeti hem örgütlenme biçimlerine ilişkin sonuçları açısından Marksist mirası görmek mümkün: Özneleri toplumsal yapılar üretmez sadece, bu ilişkilerin dönüşümü de “eğitimcilerin” (uzmanların) değil bizzat o öznelerin kendi kolektif pratikleriyle gerçekleşir. Tahayyül, tanıdık; gerçekçi ol, imkansızı iste: Yani, bir yandan bu modelle çalışan araştırmacılar sakatlığın temelde emeğin kapitalist örgütlenmesinin sonucu olduğunu öne sürerken, öte yandan sakatlar öz-örgütlenmeleriyle, istihdamdan eğitime, sistemin ürettiği “engellerin kaldırılmasını” talep ediyorlar; sakatlık mücadelesinin “büyük fikri” diye anılacak bu model devlet politikalarına müdahaleden bilinç yükseltmeye birçok alanda etkili oluyor. Oliver, Tony Blair’in İşçi Partisi hükümetinin hedefinin “insanların potansiyellerini gerçekleştirmelerini önleyen engelleri kaldırmak” olduğunu söylediği bir alıntıyla başladığı 2000’lerdeki bir yazısında, önceden modele sonuna dek karşı çıkmış birçok devlet kurumu, örgüt ve kişinin 90’larla beraber onu sömürgeleştirdiğine değiniyor.
Gerçekten de, refah rejiminin dönüşümü, sosyal hakların çalışmaya endekslenmesiyle beraber neoliberal politikalar sakatların kazanılmış haklarına bir dizi müdahale içeriyorken (bunları ABD’den Slovakya’ya, İngiltere’den İspanya’ya bir dizi sakat hareketinin mücadele gündemlerinden takip etmek mümkün) şaşırtıcı gelebilir, siyasetçi demeçlerinden yasalara, yukarıdan sakatlık söylemlerinde engellileri anaakım topluma (emek piyasasına) dahil etmenin öneminin vurgulanması, genel olarak bir “engelleri kaldırmaya” yönelme söz konusu. Sakatlık çalışmalarından bir araştırmacı bir Dünya Bankası metninde dahi (ki bu kurumun ürettiği politikaların nüfusun genelinin esenliği için ne ifade ettiğini biliyoruz), medikal modelin açıkça reddedilerek sosyal modelin benimsendiğini, sakatların bağımsızlığı ve içerilmesinin elzem olduğunun savunulduğunu belirtiyor (McRuer).
Türkiye’deki sakatlık politikalarının bu tabloyu nasıl ve ne ölçüde yinelediği tartışma konusu olsun. Fakat şimdiden şunu söyleyebiliriz, toplumsal mücadelelerin ürettiği fikirlerin başka coğrafyalardaki mücadelelere doğrudan ithalini Türkiye’deki sakat örgütlerinde de görebiliyorsak da (son zamanlardan, “biz olmadan bizim adımıza asla”), “tertiplendiği” biçimiyle sosyal modelin sakat örgütleri için dışarıdan müdahaleden bağımsız, kendilerine ait bir mücadele alanı kurmakta ne kadar işlevli olacağı bir soru; zira dışarısı da sosyal (çevresel, kültürel, ekonomik) engeller yaklaşımını sakat örgütleri kadar iyi kullanabiliyor ve yeti yitiminin olumlanmaması açısından da dışarısı ile içerisi (sakat örgütleri) arasında çok bir fark yok. Benzer bir durum, Batı’da birçok kimlik hareketi metinlerini özgürleşme tahayyüllerini yeniden düşünmeye itti. Türkiye’de ise en azından bu tür bir sorgulamanın aciliyeti açısından sakatlığın “en ileride” olduğunu söyleyebiliriz! Sözün özü, “hak temelli” mücadele yaklaşımınızın da, katılım, içerilme, bağımsızlık düsturlarınızın da tereciye tere satmak misali tepeden yinelendiği durumda kendi sözünüzü nerede bulacaksınız? Burada ilk akla gelen şey, dolaşımdaki sözlerin sırf rıza üretmekte kullanıldığını, büyük oranda gerçekliğe tekabül etmeyen boş laflar olduğunu iddia etmek. Böyle bir eleştirinin olanağı genel olarak da Türkiye özelinde de ziyadesiyle mevcut. Başka bir olanak, söyleyen özne ve söylenen bağlam değiştiğinde “engelleri kaldırmanın” anlamının da değiştiğini (yukarıdaki 4 noktanın 3’ü gidiyor, 1. de bayağı bir dönüşüyor), sakatlığın değil, “engelleri aşan” bireysel olarak bağımsız sakat kurgusundaki yük olmayan sakatın içerildiğini iddia ederek sosyal modelin yedeklenmemiş (ki modeli kuranların da göz ardı ettiği) imalarını vurgulamak – çalışma değil, çalışmama; “farkı sildiği ölçüde katılım” değil, katılmama, bağımsızlık değil yeniden düşünülen bir bağımlılık hakkı gibi. Bu noktada modelin kökensel tahayyülünü unutmamak, meselesinin her zaman “gerçekçi olup, imkansızı istemek” olduğunu hatırlamak da önemli ve sakat mücadelesini bugünkü genel toplumsal muhalefete doğrudan bağlayan yer de burası.
Söylemeye gerek yok sakat bireylerin sözlerinin görünür olması kendinde çok önemli; ancak yapısı gereği kişilerin gündelik dertlerini dile getirdikleri, bireysel imkanları tartıştıkları ve bunu birbirinden ayrı mahlaslar olarak yaptıkları bir site bu “hat çizme” işine nasıl katkı sunabilir? Sonuçta aşağıda bir tartışma başladığında, engelleri kaldırmak engelleri aşmaya, her mesele gibi öz-örgütlenmenin önemi de, hak temelli yaklaşım da kişisel tercihlere dönüşebilir. Bu noktada benim aklıma gelen bir şey, hiçbir modeli/ kuramsal çerçeveyi zorunlu addetmeden, siteyi katılanların kendilerinin bu söz bolluğunun ardındaki deneyim ortaklığını vurgulayacak şekilde beraber çalışmaları. Bu ortaklığın bilgisini siteyi inceleyen çalışmalar üretiyor; bunu katılımcıların kendilerinin de üretmelerinin ise ek bir önemi var (ki kaçış yok, sosyal model de bunu olumlar).
...
*Can Evren’in tezini önceden okumamanın cezasından not olsun. Tam bu satırdan önce sosyal modelin yaygınlaşmasını onu kişisel trajedi modeline ekleyerek sağlayan ICF’nin (biyopsikososyal model) Türkiye serüveni için metne baktığımda, yazının dile getirmeye çabaladığı meselenin elbette çok daha iyi biçimde anlatıldığını gördüm (ss. 34-52).